Binali Aslan ve Bu Ülkenin Bitmeyen Hesabı

Özge DEMİR

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ

Ankara’nın bir kenar mahallesinde, bir sabah daha rutin bir gün başlamıştı.

Direksiyon başında alın teriyle ekmeğini kazanan, Sivas İmranlı doğumlu bir Alevi yurttaş, Binali Aslan, servisçilik yapıyordu.

REKLAM ALANI

Her gün yaptığı gibi o gün de direksiyonuna geçti, birkaç telefon görüşmesi yaptı, “iş var” dendi. Sonra bir grup insan aracına bindi. Hepsi yabancıydı. IŞİD bağlantılı oldukları daha sonra ortaya çıkacaktı. Aslan o gidişle bir daha geri dönmedi. Günler sonra cesedi Tarsus civarında, tanımadığı topraklara gömülü halde bulundu.

Onu oraya öldürenler gömmüştü. Sonra Ankara’da ailesi tarafından yeniden defnedildi.

Bu hikâye sadece bir “cinayet haberi” değil. Bu, Türkiye’nin bastırdığı bir travmanın yeniden yüzeye çıkmasıdır. Binali Aslan, sadece öldürülmedi; aynı zamanda bir kimliğin taşıyıcısı olduğu için hedef alındı. Onun ölümü, “kader” değil, “sistematik bir nefretin sonucu”dur.

Türkiye’de Alevi olmanın ne anlama geldiğini anlamak için tarih kitaplarına değil, mezarlıklara bakmak yeterlidir. Maraş, Çorum, Sivas, Gazi, Ankara Garı… Her biri aynı hikâyeyi anlatır: Bir kimlik, bir inanç biçimi, bir yaşam tarzı sürekli hedefte olmuştur.
Bu ülkede Alevilik sadece bir mezhep değil, egemen düzenin tanımladığı “makbul vatandaş” modeline sığmayan bir öteki olarak kodlanmıştır. Bu düzenin ideolojik kurgusu, bu ötekiliği ya “asimilasyon”la eritmek ya da “cezalandırma”yla susturmak üzerine kurulmuştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Aleviler “sadık ama şüpheli” bir topluluk olarak görülmüştür. 1938 Dersim’de “isyancı”, 1978 Maraş’ta “dinsiz”, 1993 Sivas’ta “yakılabilir” ilan edilmişlerdir. Bu tarih, sadece Alevilere değil, bu ülkenin vicdanına da işlemiş bir suç zinciridir.

Binali Aslan’ın öldürülmesi, IŞİD’in Türkiye’deki Alevi varlığına yönelik sistematik nefretinin yeni bir halkasıdır. IŞİD zihniyeti için Alevilik, “dinden çıkmış” bir sapmadır. Bu söylem, sadece Orta Doğu’da değil, Türkiye’nin kimi mahallelerinde de yankı buluyor. Suriye’de, Irak’ta binlerce Alevi katledilirken kullanılan dil ile bugün bazı vaazlarda duyulan sözler aynı kaynaktan besleniyor:
“Farklı olan, yok edilmelidir.”

Bu fikir, sadece bir terör örgütünün çarpık teolojisinde değil, toplumsal bilinçaltında da yaşamaya devam ediyor. Resmî kurumların Aleviliği “İslam dışı” göstermesi, eğitim müfredatında hâlâ Alevi inancına dair tek bir doğru bilginin yer almaması, bu zihniyetin yukarıdan aşağıya beslendiğini gösteriyor.

Bir ülke, kendi yurttaşının cenazesine sahip çıkamıyorsa, orada sadece adalet değil, insanlık da çürür. Binali Aslan’ın cesedinin bulunduğu gün televizyon ekranlarında magazin haberleri vardı. Gazeteler “trafik kazası” gibi önemsiz olayları manşet yaparken, bu cinayet sessizlikle geçiştirildi.
Bu sessizlik, sadece medyanın değil, yönetim erklerinin de suç ortaklığıdır.

Cinayetin işlendiği Ankara’da hâlâ bir yetkili çıkıp “Bu olayın arkasında kimler var?” demedi. Meclis’te bu konuda bir araştırma önergesi verilmedi. Soruşturma makamlarından tek bir açıklama duyulmadı.
Bu ülkede adalet, kimliğe göre çalışıyor. Faili meçhuller kimliğe göre “meçhul” kalıyor.

Aleviler yüzyıllardır bu topraklarda yaşar ama çoğu zaman görünmezdir. Görünmezlik, bazen bir hayatta kalma stratejisidir. “İnancımı gizle, ismimi değiştir, çocuğuma daha ‘sünni’ bir isim koyayım…”
Bu, bir tercihten çok bir zorunluluktur. Çünkü Alevi olmanın açık kimlik olarak yaşandığı her dönem, linçle, sürgünle, işten atılmayla sonuçlanmıştır.

Bugün hâlâ resmi kurumlarda, okullarda, kışlalarda “Sen Alevisin değil mi?” sorusu bir yargılama biçimidir.
Bu yüzden Binali Aslan’ın öldürülmesi, sadece bir cinayet değil; “gizlenmek zorunda bırakılmış bir kimliğin açığa çıkmasının” cezalandırılmasıdır.

2015’te Ankara Garı’nda IŞİD’in patlattığı bomba, yüzlerce solcu, Alevi, Kürt yurttaşı öldürdü.
Şimdi, 2025’te, aynı örgüt zihniyetinin, aynı nefretin bir başka kurbanı Binali Aslan.
Yani düşman değişmedi, sadece adres değişti.

IŞİD gibi yapılar, Türkiye’nin tarihindeki fay hatlarını iyi bilir. Alevi kimliği, laiklik, sol düşünce, kadın hareketi… Bunlar onlar için “düşman kategorisidir.”
Bu nedenle Binali Aslan’ın katledilmesi bir “rastlantı” değil, bir “mesaj”dır:
“Korku üret, kimliğini gizlet, dayanışmayı kır.”

Bugün Türkiye’de Alevi örgütleri, tarihsel olarak hiç olmadığı kadar çok ama aynı zamanda hiç olmadığı kadar etkisizdir. Her biri kendi iç çekişmelerine, sembol tartışmalarına, dernek tabelalarına sıkışmış durumda.
Bu da iktidar yapısının çok işine yarıyor: Parçalanmış bir topluluk, kolay yönetilir.
Oysa bu cinayet, tam da birleşmenin, ortak bir ses çıkarmanın zorunluluğunu gösteriyor.

Binali Aslan’ın hikâyesi, Alevi kurumlarının, sendikaların, insan hakları derneklerinin ortak bir çığlık haline gelmesi gereken bir uyarıdır.
Çünkü sessizlik, sadece ölülerin değil, yaşayanların da suçudur.

Bu ülke faili meçhuller ülkesi. Ama aslında hiçbir şey “meçhul” değil. Maraş’ta kimlerin elinde silah vardı, Sivas’ta Madımak’ı kim yaktı, Çorum’da kim evleri işaretledi,hepsi biliniyor.
Ama hesap sorulmadı. Çünkü bu düzenin hafızası unutmuyor, sadece unutturmaya çalışıyor.

Binali Aslan dosyası da bu zincire eklendi.

Türkiye’nin sorunu sadece adalet eksikliği değil, yüzleşme korkusudur.
Bu toplum, geçmişindeki karanlıkla hesaplaşmayı her seferinde “gündem değil” diyerek erteledi. Ama ertelenen her hesap, yeni bir suçun kapısını açtı.

Yönetim mekanizması, kendi yurttaşını koruyamıyorsa, o zaman “yönetim” olma vasfını da yitirir.
Alevilere, Kürtlere, muhaliflere, kadınlara karşı işlenen her suçun üzeri örtüldüğünde, o karanlık biraz daha büyür.
Bugün Binali Aslan’ın adı anılmazsa, yarın bir başkası aynı kaderi paylaşır.

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ